DOLAR
32,2494
EURO
34,7583
ALTIN
2.437,12
BIST
10.268,58
Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
İstanbul
Hafif Yağmurlu
16°C
İstanbul
16°C
Hafif Yağmurlu
Cumartesi Az Bulutlu
21°C
Pazar Az Bulutlu
18°C
Pazartesi Az Bulutlu
18°C
Salı Açık
20°C

Eğitim özgürleştirir mi?

Eğitim özgürleştirir mi?
28.08.2023 14:44
4
A+
A-

 

Davet Peköz
[email protected]

 

“Bir tek eğitimliler özgürdür.”

Epictetus

 

Okuyucuların büyük çoğunluğunun başlıkta yönelttiğim soruya “evet, eğitim özgürleştirir” yanıtını vereceğine inanırım. Ne de olsa eğitim, kişide devamlı pozitif yönde duygular uyandıran; “ileriye”, “doğruya” ve “gelişmişliğe” yönelten; varlığı arttıkça bireyi “iyi bölgelere götürmüş olduğu” varsayımı üstüne kurulu bir olgu olarak karşımıza çıkar. Bir düşünün; gerek okul sıralarında gerekse anne babalar tarafınca verilen nasihatlerde “bir baltaya sap olabilmek” için eğitim devamlı bizlere bir ön şart olarak sunulmuş, coğrafyamızdaki tüm sorunların çözümü en sonunda eğitime bağlanmıştır. Peki anılan bu varsayımlarımızı eleştirel perspektif ile sınadığımızda eğitim — Epictetus’un iddia etmiş olduğu benzer biçimde, bireyi hakkaten özgürleştirir mi?

Bu sınamayı yaparken, temel argümanlarımızı Epictetus’tan yaptığımız alıntı üstüne kurmamız, yazının bir temele haiz olması açısından yararlı olacaktır. Bu noktadan hareketle Epitetus’un önermesinde karşımıza iki temel argüman çıkar; “eğitimliler” ve “özgürlük”. Ilk olarak “eğitimliler” argümanından başlamış olalım. “Eğitimliler” argümanın varlığı “eğitimsizler” (1) argümanını da bununla beraber getirir. Bu aşamada iki grup arasındaki farkı anlayabilmemiz için eğitimin politik çerçevede tanımının yapılması gerekir. Bu çerçevede eğitim, siyaset yapıcıların kendi siyasal erklerini sürdürebilmek ve kendi ideolojik görüşlerine uygun bir cemiyet oluşturabilmek için bir araçtır. Başka bir deyişle eğitim, başat ideolojinin devamlılığının teminatıdır. Bu tarif eğitimin ortaya çıkardığı ilk sınıfsal ayrıma işaret eder; toplumun başat ideolojisinin belirlediği değerler çerçevesinde örgütlenmiş eğitim deneyimlerine haiz olanlar ve bu deneyimlere haiz olmayanlar.

Aslen Epictetus, anılan sözü ile yalnız eğitimlilerin özgür olduğuna işaret etmez; eğitimsizlerin de özgür olmadığına işaret eder. Eğitimsizler -veya kimi durumlarda ezenlerin gözünde eğitilmesi gerekenler (2), tarih süresince dezavantajlı grupların büyük çoğunluğunu oluşturmuştur. Epictetus, Antik Sparta’da Agoge eğitimine alınmayan helotların, ABD’de pamuk tarlalarında çalıştırılan kölelerin, Kongo’da günlük kauçuk kotasını dolduramadığı için elleri kesilen çocuk kölelerin, tarih süresince sırf cinsiyetlerinden dolayı eğitime erişemeyen bayanların özgür olmadığını ima eder. Bu tahlil sonucunda ezenlerin, ezilenlerin eğitim ile özgürleşeceklerinin bilincinde olduğu söylenebilir. Agoge eğitimi ile tabanca kullanabilen helotlar özgürlükleri için başkaldırabilir, pamuk tarlalarında çalışan köleler dayanışarak özgürleşebilir, eleştirel bilince haiz köleler sömürgeciliğe karşı gelebilir, toplumsal katmanları gören bayanlar eril yapıya kafa tutabilirdi (3). Görüldüğü benzer biçimde eğitimsizlerin prangaları yalnız ayaklarında değil, bununla birlikte zihinlerindedir. Bu zihinsel pranga -özgürlüğü iyi mi tanımlarsanız tanımlayın, bilgili şekilde eğitimin haricinde tutulan toplulukların özgürlüklerini ellerinden alındığının teminatıdır. Ayaklarınızdaki zincirlerden kurtulup kaçabilirsiniz fakat zincirler zihninizdeyse fizyolojik bir sınırlamaya gerek kalmamıştır.

Yaptığımız bu ilk tahlil, Epictetus’un önermesini doğrular. Peki zihinlere pranga vurmak için grupların yada toplulukların yalnız eğitimden yoksun bırakılmaları mı gerekmektedir? Bu aşamada ilk argümanımız olan “eğitimliler”e geri dönmemiz gereklidir. Daha ilkin de bahsedilmiş olduğu benzer biçimde, eğitimlilerin aldıkları eğitim, siyasal erkin devamlılığını sağlama kaygısı ile ülkelerdeki başat siyasal ideoloji tarafınca şekillendirilmiştir. Bu aşamada yalnız eğitimin içinde ne olduğu belirlenmez; çeşitli grupların eğitime ne kadar erişebilecekleri de evvel tespit edilir. Mesela, kültürel çeşitliliğin görmezden gelindiği KKTC eğitim sisteminde ailelerinin ekonomik düzeyi ve evlatların dil bilme durumları göçmen evlatların eğitim sistemi içinde yükselebileceği en üst seviyeyi yordamaktadır. Ekonomik durumu fena olan aileler neoliberal eğitim içindeki evlatları için yeteri kadar “para harcayamayacak”, dil problemleri ve kültürel çatışmalar sebebi ile göçmen çocuklar eğitim sistemi içinde yeteri kadar var olamayacaklardır. Bu bağlamdan hareketle eğitimlilerin, kendilerine layık görülen miktar ve halde eğitim alarak, ezenler yada ezilenler grubuna mensup olacakları söylenebilir. Bu gruplara mensubiyet bilgili bir seçimden ziyade, eğitimlilerin içinde bulundukları toplumsal sınıflarının dayattığı bir aidiyettir. Verdiğimiz örnekten devam edersek, kendi çabaları ile eğitim sisteminde var olmayı başarabilen göçmen çocuklar eğitimde yükselecek — istisnai de olsa içinde bulunmuş olduğu sosyo-ekonomik sınıfını değiştirebilecek, sistemin yuttuğu göçmen çocuklar ise içinde bulundukları sosyo-ekonomik sınıfını değiştiremeyecek, yaşam şartlarını ve bağlamını iyileştirip özgürleşemeyecektir.

Geldiğimiz bu nokta Epictetus’un önermesi ile çelişir; eğitim belirli grupların erişemediği, belirli grupların ise sosyo-ekonomik sınıfları elverdiğince erişebildiği bir olgudur. Bu bağlamda özgürleşme, kişinin içinde bulunmuş olduğu sosyo-ekonomik sınıflar elverdiğince meydana gelir. Başka bir deyişle zihinlere pranga vurmak için fertleri eğitimden tamamı ile yoksun bırakmak gerekmez. Eğitim sistemine erişimlerinin sınırı olan olması — ve birazcık kadercilik ile, bireylerin bulundukları gerçekliğe mensup oldukları, çeşitli şekillerde bu gerçekliği dönüştürebilecek olmalarına karşın bunu başaramadıkları söylencesi bir sayıltıya dönüşebilir. Bu kabullenişin bir timsali olan “biz okumadık” cümlesinin altında yatan gerçeklik aslen budur.

Peki “okuyabilmiş” eğitimliler için durum nedir? Katmanlara ayrılmış bir özgürlük içinde onları mutlak olarak özgür kabul edebilir miyiz? Bu soruların cevapları eğitim anlayışımız ve ikinci argümanımız olan “özgürlük” ile iç içedir. Bu sorunsalı çözmek için ilk önkoşul olan “eğitim anlayışını” irdelediğimizde karşımıza birçok eğitim yaklaşımı, modeli yada felsefesi çıkar. Dolayısı ile tüm eğitim yaklaşımları, modelleri yada felsefelerini incelemek yerine içinde bulunduğumuz gerçekliği sorgulamak, bu yazının kapsamı için yeterlidir. Bu sorgulamayı yapabilmek için Marx’ın Entfremdung Der Arbeit [İşe Karşı Yabancılaşma] kuramı bizlere güzel bir münakaşa zemini hazırlar. Bu münakaşa zeminini, eğitimi odağına alacak şekilde modellediğimizde, ürün yerine eğitim sürecinin bir çıktısı olarak talebe; emekçi olarak öğretmen; üretim süreci yerine ise eğitimi kullanmamız gerekir. Buradan hareketle — ve birazcık da analoji kullanarak, öğretmeni üretim bandının kenarında durup önüne gelen öğrenciyi “işleyip” sonraki aşamaya gönderen bir emekçi, belirli standartlara bakılırsa işlenen bir talebe ve öğrencinin üretim bandı süresince yapmış olduğu hareket de eğitim sürecidir. Bu süreçte ilk olarak üretilen ürüne yabancılaşma vardır. Modellediğimiz çerçeve içinde yorumladığımızda öğretmen, öğrencilerine karşı yabancıdır. Öğretmen, öğrencilerinin sınıfa getirmiş olduğu varsayım, informasyon, hazır bulunuşluk ve kültürel arka planının bilincinde olmadan — olsa bile eğitim süreci içinde bir değişken olarak görmeyen, yalnız informasyon aktarıp, ölçüp değerlendiren kişidir. Bu çerçevede öğretmen, öğrencileri ve öğrencilerin gereksinimlerini merkeze koymak yerine tüm öğrencilerini aynı seviyede olduğu varsayımı ile hareket ederek bilimsel nitelikli informasyon aktarma telaşına girer. Öğrencilerine karşı yabancılaşan öğretmenler, bununla birlikte eğitimi eleştirel şekilde yorumlayamazlar. Tanıma, seyretme süreçleri ve bunun sonucunda eğitim süreçlerini planlamadan yoksun öğretmen için eğitim, öğrencilerini belirli standartlara bakılırsa hazırlayıp üretim bandında gelecek öğretim yılını geçirecekleri, banttaki bir sonraki kademeye hazırlamaktır. Bu süreçte öğretmenler, öğrencilerin nerden gelip nere gideceği, içinde bulundukları bağlam ve kültürel arka plan ile ilgilenmezler. Bu bağlamda öğretmenler için mühim olan öğrencilerin notlardır; eğitimin öznesi olarak talebe ve eğitim süreci değildir. Başka bir deyişle öğretmen, eğitim sürecine yabancıdır.

Öğretmenin eğitim sürecine yabancılaşması hem öğretmenin haiz olduğu kişilik özellikleri hem de eğitim sisteminin dayatmaları sonucu meydana gelir. Kendisi de bir zamanlar eğitim sistemi içinde ezilen, almış olduğu eğitim ile “iyi bir yere geleceğini düşünen” öğretmen için konumu olmak istediği yerdir. Artık ezen konumundaki öğretmen, içinde yoğrulduğu eğitim sisteminin dayattığı eğitim sürecine yabancılaşmayı daha rahat içselleştirecektir (4). Eğitim sisteminin bu dayatması ise açık bir halde değil gizli saklı müfredatlar ve politik ajandalar aracılığı ile meydana gelmektedir. Politik ajandalar sonucu şekillenen öğretmen yetiştirme sürecinde öğretmen adayları giderek daha spesifik bir dalda uzmanlaşmakta, bunun sonucunda değişik eğitim kademelerinde öğrencilerini nelerin beklediğinden habersiz şekilde yetişmektedir. 5 yaşındaki bir okul öncesi talebesi ilgili eğitim ve öğretim yılının haziran ayında okulundan mezun olup ortalama üç ay sonrasında eğitim sisteminin bir öteki kademesi olan ilkokula geçecektir. Okul öncesi ve ilköğretim programlarındaki bu üç aylık yakınlığa karşın, okul öncesi öğretmenliği ve ilköğretim öğretmenliği okuyan öğrencilerin aldıkları dersler birbirinden tamamen farklıdır. Bu talebe ilerleyen yıllarda, yalnız kendi alanında öğretmenlik eğitimi almış öğretmenler ile karşılaşacak, pedagoji ile uyumlu öğrenmelerden ziyade eğitim sürecinde bilginin aktarıldığı şahıs olacaktır. Kıdemli öğretmenler için de durum aynıdır; gerçeklikten bağımsız tepeden inme müfredat değişimleri, kendi bulundukları aşama ve öteki eğitim kademelerdeki değişimleri takip etmeme, öğretmenlerin kendi meslektaşlarına yabancılaşması ve öğretmenlerin öğrencilerine karşı yabancılaşması sonucunda öğretmen eğitim sürecine yabancılaşmaktadır.

Sanırım bu aşamada okuyabilmiş “eğitimlilerin” durumunu tahlil etmek daha kolaydır. Öğrencilerin biricikliğini tanıyıp gelişmenin dolambaçlı yollarında gezinen bir eğitim sistemi yerine doğrusal bir ilerlemeyi korumak için çaba sarfeden eğitim sistemi içinde öğretmenlerin yapabileceği tek şey, görünen referans noktaları ile hareket etmektir. Anılan bu görünen referans noktaları ise çocuk gelişimi ile ilgisi olmayan, öğretmen yada velilerin anlamlandıramadıkları bu süreci çözümlemek için kullandıkları ad hoc çözümlerdir. Bu bağlama somut bir örnek vermek için erken çocukluk periyodunu inceleyebiliriz. Bir fert olmanın temellerinin atılmış olduğu bu zamanda çocuk, çeşitli gelişim alanlarında devamlı gelişim gösterir. Bu gelişim sürecinde ise desteklenmesi ihtiyaç duyulan alanların göz ardı edilmesi, gelecekte düzeltilmesi fazlaca zor yada mümkün olmayan sorunlara neden olur. Kişinin yaşamındaki eleştiri önemine karşın bu dönemdeki gelişim, öğretmen tarafınca yalnız görünen referans noktaları üstünden değerlendirilir. Bu yüzdendir ki öğretmenler, okul öncesi dönemde evlatları okuma-yazmaya hazırlamak yerine hatasız çizgi emekleri yapmalarını, matematiğe ilişkin temel kavramlar yerine sayıları ezberlemelerini, sanat içerikli ve güzel duyu kaygılara yönelik farkındalık yerine şarkılar ezberleyip, yapılandırılmış sanat etkinliklerini tercih eder. İlerleyen eğitim kademelerinde de durum farksızdır; tahta başlangıcında anlatılan deneyler, ezberlenen toplumsal bilimler ve formüller içinde kaybolan fen bilimleri ve tüm süreci görünen bir referans noktasına çeviren sınavlar. Bu aşamada görünen referans noktalarının varlığı, öğretmenleri eğitimsel anlamda hiçbir kıymeti olmayan — yada çocuğun gelişimine uygun olmayan, aktivitelere yöneltmektedir. Bu kapsamda yetişen okumuş eğitimliler, eleştirel bilince haiz, içinde bulunmuş olduğu gerçekliğin bilincinde olan, dayanışma hissi güçlü bireyler olmaktan ziyade, informasyon ve “ezberlediğini anımsama” becerisi referans alınarak değerlendirilen ve başarıya ulaşmış olan kişilerdir. Netice olarak okumuş eğitimliler, özgür olmaktan daha ziyade belirli görevleri yerine getirebilmiş bireyler olarak karşımıza çıkar.

Bu duruma bir karşı argüman olarak okumuş eğitimlilerin “iyi bölgelere geldiği” yada “kendini kurtardığı” söylemleri hatırlatılabilir.  Velev ki özgürlüğü iyi bir iş ve güzel bir otomobil sahibi olmak olarak tanımladık, gene de kadro yada gerekseme fazlası bölümlerden mezun ettiğimiz binlerce genç işi olmayan yada işi olmayan olmamak için düşük ücretlere değişik sektörlerde iş yapmaktadır. Esasen bu yazının incelemiş olduğu özgürlük terimi ekonomik özgürlükten fazlasıdır. Bu durumda son argümanımız olan “özgürlük” argümanına gelebiliriz. Çocukluğunu bir köle olarak geçirmesine karşın Epictetus için eğitim, sınıflar hiyerarşisinde yükselme amacından ziyade, kişinin kendi arzu yada amacını keşfederek özgürleşmesini elde eden bir araçtır. Buradan hareketle özgürlüğü idrak etmek için eleştirel pedagojiye başvurduğumuzda, eğitim aracılığı ile şahıs kendi gerçekliğini ve koşullarını sorguladığı, anladığı ve geliştirdiği bir özgürlüğe kavuşmalıdır. Bu tanımda altı çizilmesi ihtiyaç duyulan nokta, kişinin kendi gerçekliğini gene kendinin dönüştürmesidir. Bu aşamada eğitim, kişiyi salt informasyon ile donatıp kendi gerçekliğini dönüştürmek için tepeden inme yönlendirmeleri dikte etmek yerine; kişinin kendi gerçekliğini kavrayarak, bu gerçeklik içinde sorgulamalar yapmasına ve bu sorgulamalar sonucunda vardığı çıkarımlar ile kendi içinde bulunmuş olduğu gerçekliğini geliştirme gayretine itecek donanımı sağlamalıdır. Bunun belirgin bir örneği — coğrafyamızda sömürge sonrası ve çatışma sonrası toplumlar bulunduğunun çoğunlukla göz ardı edilmesine karşın, adadaki İngiliz sömürge yönetimi dönemindeki eğitimdir. Sömürge yönetiminin ideolojisini yaymak için en ücra köylere kadar ulaşan eğitim, bireylere sosyo-ekonomik sınıflar arası geçiş imkânı sunmuş olmasına karşın; bireyler kendi gerçekliklerini (sömürgeciliğin bir parçası oldukları ve sömürüldükleri) kavrayıp sorgulamalar yapmasına (bu durumu ortaya çıkaran sebepler, güç, gücün merkezi, bu durumun iyi mi üstesinden gelinebileceği vb.), bu sorgulamalar sonucunda praksis ile (gerçekliğine dair farkındalığı ve sorgulamaları ile) kendi gerçekliğini dönüştürmesine destek olacak donanımları sunmamıştır. Esasen ezenler, ezilenlerin bu donanıma haiz olmasını hiçbir vakit istememiş ve istemeyecektir.

Özgürleştirdiğini iddia eden eğitim ise genel anlamda bir asimilasyon aracıdır. Bunun en somut örneği ise 1800’lü yılların sonunda ABD’de oluşturulan “Kızılderili Yatılı Okullarıdır”. Çocuk Amerikan yerlilerinin polis zoru ile götürülmüş olduğu bu okulların amacı, eğitim ile Amerikan yerlilerini “medenileştirmek” ve içlerindeki “barbarlığı öldürerek” onlara beyaz insanın “özgürlüğünden” bahşetmekti. Eğitim ile bahşedilen her “özgürlükte” olduğu benzer biçimde, bu eğitim sisteminde de Amerikan yerli kültürü silinmeye bunun yerine “Amerikalı” kimliğinin çocuklarda yerleşmesi için çalışılmıştır. Kendi dilini konuşmuş olduğu için dövülen, kendi yaşam şartlarına uygun giysiler yerine “Amerikalı” kültürüne uygun giyinen, kendi inanışlarını terk edip Hristiyanlığın empoze edilmiş olduğu evlatların bir çok travmalar ile büyümüştür. Bu travmalar sonucunda okullarda intiharlar, ruhsal bozukluklar; ilerleyen yıllarda ise kendi topluluklarına döndüklerinde uyum, madde bağımlılığı benzer biçimde problemler meydana gelmiştir. Kültürleri kütüphaneler dolduracak kadar varlıklı olan bir halk, böylelikle ezenlerin amacına uygun olarak “Amerikan” kimliğinden “Amerikalı” kimliğine dejenere edilmiştir (5).

Vardığımız bu aşamada, anılan amaçlara haiz eğitimin özgürleştirmediğini açıkça görebiliriz. Bu bağlamda eğitim ezenlerin, ezilenlerin tahakkümleri altında olduklarından güvenilir oldukları bir araçtır. Neoliberal ve muhafazakâr eğitim politikalarının başat olduğu KKTC eğitim sisteminde de durum, meydana getirilen tahlillere uygundur. Esasen özgürleştirmek benzer biçimde bir çabası olmayan eğitim metalaşarak, sınıflar arası eşitsizliğin bir teminatı haline gelmiştir. İyi bir sosyo-ekonomik ailede dünyaya gelen çocuk, pahalı ders materyallerini deneyimleyecek, hususi ders ve dershanelerden faydalanabilecek, tökezlediğinde rehberlik hizmetlerinden faydalanabilecek, ilerleyen yıllarda danışmanlık merkezleri aracılığı ile üniversitelere girebilecektir. Mezun konumuna ulaştığında ise içinde doğduğu sosyo-ekonomik sınıfın bir neferi olacaktır. Sosyo-ekonomik düzeyi düşük bir ailede doğan çocuk ise — ne kadar çabalarsa çabalasın, ilk tökezlediği anda eğitim sisteminin haricinde kalacaktır. Okul öncesinden başlayarak üniversiteye kadar olan tüm düzeylerde eğitimin özgürleştirmek yerine bilimsel nitelikli becerilere ehemmiyet vermesinin sebebi budur. Böylelikle hepimiz “ilişkin olduğu” toplumsal sınıfın bir parçası olarak duracak, siyasal erki elinde bulunduran üst sosyo-ekonomik sınıflar ise gücün kendilerinde kalmasını sağlayacaklardır. Bu bağlamda dershane bile olamayacak üniversitelerimiz, uğruna evlatların anti-depresanlar içtiği kolejlerimiz, sınıfsal farklılığın somut örnekleri olan özel-devlet ayrımı olan okullarımız, bireylerin kendi gerçekliklerini kavrayıp, sorgulamalar yapmalarına ve bu sorgulamalar sonucunda kendi gerçekliklerini praksis ile dönüştürmelerine olanak sağlamayacaktır.

Vardığımız son tahlilde mevcut eğitimin kimseyi özgürleştirmediği aşikardır. Buna karşın eğitimin aslolan amacı bireyi özgürleştirmek olmalıdır. Bu özgürleştirme, ezilenler için siyasal ve toplumsal pozisyonlar alıp aktivizmden ile ezilenleri uzaktan özgürleştireceğini düşünen kimseler tarafınca değil; ezilenler ile bizzat yoğrulup, yeni gerçekliği onlarla beraber inşa edecek olan öğretmen, akademisyen ve öteki paydaşlar ile mümkün olacaktır.


Notlar

(1) Burada “eğitimsizler” bir itham yada aşağılamadan ziyade; sosyo-politik yaşamdan dışlanan, bilgili bir halde eğitim hakkından yoksun bırakılan yada toplumsal sınıfından dolayı eğitim sisteminde ilerlemelerine izin verilmemiş grup ve toplulukları anlatır.

(2) Antropolojinin ilk adımlarını attığı yıllarda incelenen topluluklar; barbar ve kültürsüz olarak nitelendirilmiştir. Sömürgeciliğin köleleştirdiği bu toplulukların tek kurtuluşu ise, köle olarak çalışmış oldukları işlerde daha verimli olabilmeleri için eğitilmeleri ve Hristiyanlığa dönüştürülmeleri olarak görülmüştür.

(3) Nitekim tarih süresince ezilenler hiçbir vakit ezenler tarafınca “özgürleştirilmemiş”, bir kurtarıcıyı beklemek yerine eleştirel şuur sahibi ezilenler kendi özgürlükleri için savaşım etmiştir.

(4) Bu aşamada çeşitli eğitim program, müfredat ve kitapların yapılandırmacı felsefe ile düzenlenmiş olduğu ve bu şekilde bir dayatmanın olmadığı argümanı öne sürülebilir. Bu argüman nispeten naifçedir. Mevcut neoliberal ve muhafazakâr eğitimin içinde yoğrulan ve adeta sistemin bir neferi haline gelen deneyimli öğretmenlerin salt kitap/program değişimi yada tek yönlü hizmet içi eğitimler ile dönüşeceğini umut etmek, mucize beklemekten farksızdır. Yapılması ihtiyaç duyulan, mevcud gerçekliği tespit ederek, öğretmenin mesleğine duyduğu yabancılaşmayı giderecek ve bu anlamda kendilerini özgürleştirecek donanımlar kazanmalarına destek olmaktır.

(5) Benzer bir durum kendi eğitim sistemimiz içinde de yaşanmaktadır. Göçmenlerin ve adada bulunan azınlıkların kültürleri tüm toplumsal mecralarda olduğu benzer biçimde eğitimde de tanınmamakta, bunun yerine ada kültürünün çarpık bir temsili eğitimde dikte edilmektedir.

 

Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.